ELEPHANT BOY
An African Negro Boy
Had been a magician’s apprentice
Had changed himself into an elephant
Instead of changing an elephant into human
While he had been walking,
In the fields and mountains
A huge thorn had pricked his foot
The elephant had felt too much pain
He had asked the lion, the tiger, the eagle
The fox, the wolf, the owl
The rabbit for help
Whoever had seen the elephant had run away.
Mourning and crying
The elephant had returned to his village
His mother, father, uncle
Had escaped from the elephant with childish voice.
But brave Toro
Moro’s friend
Hadn’t known what fear had been
Had pulled the thorn out.
Moro had been an elephant forever
Hadn’t left Toro
Their story had become
Legendary in the world.
FİL ÇOCUK
Afrikalı bir zenci çocuk
Büyücü çırağıymış
Fili insan yapayım darken
Kendini fil yapmış
Dağlarda, bayırlarda
Gezerken ayağına
Kocaman bir diken batmış
Filin canı çok acımış
Aslandan, kaplandan, kartaldan
Tilkiden, kurttan, baykuştan
Tavşandan yardım istemiş
Fili gören korkup kaçmış
Fil ağlana, sızlana
Köyüne geri dönmüş
Anası, babası, amcası
Çocuk sesli filden kaçmış
Fakat cesur Toro
Moro’nun arkadaşı
Korku nedir bilmezmiş
Dikeni çekip çıkarmış
Moro hep fil kalmış
Toro’dan ayrılmamış
Onların öyküleri
Dünyada destanlaşmış.
Memleket İsterim
Melekler Mekanı - ingilizce şiirler
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiceklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikayet ölümden olsun.
Cahit Sıtkı Tarancı
--------------------------------------
I Want a Country
I want a country
Let the sky be blue, the bough green, the cornfield yellow
Let it be a land of birds and flowers
I want a country
Let there be no pain in the head, no yearning in the heart
Let there be an end to brothers' quarrels
I want a country
Let there be no rich and poor, no you and me
On winter days let everyone have hose and home
I want a country
Let living be like loving from the heart
If there must be complaint, let it be of death
Cahit Sıtkı Tarancı
BEDAVA
Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dişi,
Sinemaların kapısı,
Camekanlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.
Orhan Veli
---------------------------
FREE
We live free
Air is free, clouds are free
Valleys and hills are free
Rain and mud are free
The outside of cars
The entrances of cinemas
And the shop windows are free
Bread and cheese cost money
But stale water is free
Freedom can cost your head
But prison is free
We live free
Orhan Veli Kanık
Hikaye
Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek
Tut biraz!
Benim doğduðum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz!
Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu,
Dağıt saçlarını bebek
Savur biraz!
Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkiyalar basardı.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!
Benim doğduğum köylerde
Kuzey rüzgarları eserdi,
Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz!
Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
Benim doğduğum köyler de güzeldi,
Sen de anlat doğduğun yerleri,
Anlat biraz!
Cahit Kulebi
-----------------------------------
Song
Your lips are red
Your hands are white
Take my hands, child,
Hold them a while.
In the village where I was born
There were no walnut trees
That's why I yearn for coolness
Fondle me a while.
In the village where I was born
There were no cornfields
So scatter your hair child
Flaunt it a while.
In the village where I was born
The north winds blew
That's why my lips are aaaaaed
Kiss them a while
In the village where I was born
Bandits struck by night
That's why I hate to be alone
Speak with me a while
In the village where I was born
Men did not know how to laugh
That's why I'm still so unhappy
Make me laugh a while
You are light and beauty, like my country
The village where I was born was beautiful too
Now tell me of the place where you were born
Tell me a while.
Cahit Kulebi
OTUZ BEŞ YAŞ
Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
Insan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.
Cahit Sıtkı Tarancı
-----------------------------------------------------
AGE THIRTY-FIVE
The age is thirty-five! Half of the way!
We're in the middle of life like a Dante.
The fire we felt at the time of our youth,
When complaining is no use any longer,
Goes out without caring about tears.
Did it snow on my temples or what's this?
God, this wrinkled face belongs to me?
Or those purple bulges beneath my eyes?
Why did you become enemy to me,
Oh the mirrors I knew as friends for years.
How the man changes with time!
The man at those pictures is not me.
Oh those days, my desires, and excitement!
This cheerful man is not me.
That I lack of troubles is but a lie.
My first love like only a dream,
Is now strange even as a memory.
Our ways separated, one by one;
With the friends we began our lives,
My loneliness gradually increases.
There was also another colour of sky!
I recognized a stone hard so late.
Water would drown man, fire would burn!
Everyday, rising, is a trouble,
One understands when he comes to this age.
Quince's yellow, pomegranate's red autumns!
Which I accept a little further each year.
Why are the birds still circling around at sky?
Why is this funeral? Who died again?
How many such gardens did I see topsy-turvy?
What can you do, death comes to all us.
You fall asleep; and you don't wake up.
Who knows, where, how, at what age?
You will have a single prayer long sovereignty,
By the grave stone as if it was your throne.
Cahit Sıtkı Tarancı
Kaldırımlar - Necip Fazıl Kısakürek
Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında,
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa karışan noktasında
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.
Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık,
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
Bu gece yarısında iki kişi uyanık:
Biri benim, biri de uzayan kaldırımlar.
İçimde damla damla bir korku birikiyor,
Sanıyorum her sokak başını kesmiş devler.
Simsiyah camlarını üzerime dikiyor
Gözleri çıkarılmış bir ama gibi evler.
Kaldırımlar, ıstırap çekenlerin annesi,
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur ses kesilince sesi,
Kaldırımlar, içimde uzayan bir lisandır.
Bana düşmez can vermek bir kucakta,
Ben bu kaldırımların istediği çocuğum.
Aman, sabah olmasın bu karanlık sokakta,
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum.
Ben gideyim yol gitsin, ben gideyim yol gitsin,
İki yanımdan aksın bir sel gibi fenerler.
Tak... tak... ayak sesimi aç köpekler işitsin.
Yolumun takı olsun zulmetten taş kemerler.
Ne ışıkta gezeyim, ne göze görüneyim,
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları.
Islak bir yorgan gibi iyice bürüneyim,
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.
Uzanıverse gövdem taşlara boydan boya,
Alsa bu soğuk taşlar alnımdaki ateşi.
Dalıp sokaklar kadar esrarlı bir uykuya
Ölse kaldırımların kara sevdalı eşi.
--
Sidewalks
I'm in the street, in a street all lonely
Walking, walking and never looking back
At the point my path is mingled with the black
I seem to see a phantom wait for me
Ashen clouds overcast the darkling sky
Lightening bolts seek the chimneys of homes
In this midnight only two who sleepless roam
I here am one and there the sidewalks lie
Drop by drop a terror collects in me
At the head of every street the demons wait
The houses fix their gaze, dark black and great,
On me, like blindmen with their eyes ripped free
The sidewalks, mother to the suffering
Sidewalks, the person who has lived in me
Sidewalks, sound heard when all sounds cease to be
Sidewalks, a language within me lingering
I'll not give up life in a soft embrace
I am the child nursed at this sidewalk's breast
Please let no morning on this dark street rest
On this dark street let me ever run my race
Let me go on and the road, let us not stay
Let the lamps flow past me like a flood
Let hungry dogs hear the click-clack of my tread
Let there be an arch, vaulted in gloom, on my way
Let the daytimes be yours, give me darknesses
Let me not walk in light nor to eyes appear
As in a damp quilt let me wrap myself here
Cover me, cover me in their cool darknesses
If my body, aaaa-length on these stones could lie
If these cold stones would draw the fever from my brow
Like these streets plunging into uncanny drowse
If only the sidewalks' melancholy mate would die
Necip Fazıl Kısakürek
İstanbul’u Dinliyorum
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Uzaklarda, çok uzaklarda
Sucuların hiç durmayan çıngırakları;
İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor derken
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık;
Ağlar çekiliyor dalyanlarda; Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı,
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular,
Çekiç sesleri geliyor doklardan
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı
Başımda eski alemlerin sarhoşluğu,
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı
Dinmiş lodosların uğultusu içinde.
İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan.
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Bir şey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde.
Alnın sıcak mı, değil mi biliyorum;
Dudakların ıslak mı değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul’u dinliyorum.
Orhan Veli KANIK
------------------------------------------
I AM LISTENING TO ISTANBUL
I am listening to Istanbul, intent, my eyes closed;
At first there blows a gentle breeze
And the leaves on the trees
Softly flutter or sway;
Out there, far away,
The bells of water carriers incessantly ring;
I am listening to Istanbul, intent, my eyes closed.
I am listening to Istanbul, intent, my eyes closed;
Then suddenly birds fly by,
Flocks of birds, high up, in a hue and cry
While nets are drawn in the fishing grounds
And a woman's feet begin to dabble in the water.
I am listening to Istanbul, intent, my eyes closed.
I am listening to Istanbul, intent, my eyes closed.
The Grand Bazaar is serene and cool,
A hubbub at the hub of the market,
Mosque yards are brimful of pigeons,
At the docks while hammers bang and clang
Spring winds bear the smell of sweat;
I am listening to Istanbul, intent, my eyes closed.
I am listening to Istanbul, intent, my eyes closed;
Still giddy since bygone bacchanals,
A seaside mansion with dingy boathouses is fast asleep,
Amid the din and drone of southern winds, reposed,
I am listening to Istanbul, intent, my eyes closed.
I am listening to Istanbul, intent, my eyes closed.
Now a dainty girl walks by on the sidewalk:
Cusswords, tunes and songs, malapert remarks;
Something falls on the ground out of her hand,
It's a rose I guess.
I am listening to Istanbul, intent, my eyes closed.
I am listening to Istanbul, intent, my eyes closed;
A bird flutters round your skirt;
I know your brow is moist with sweat
And your lips are wet.
A silver moon rises beyond the pine trees:
I can sense it all in your heart's throbbing.
I am listening to Istanbul, intent, my eyes
Anlatamıyorum
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduðunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Analatamıyorum...
Orhan Veli Kanık
------------------------------------------
I Can't Tell
If I cry, can you hear my voice,
In my lines;
Can you touch,
My tears, with your hands?
I didn't know that songs were this beautiful,
Whereas words were this insufficient
Before I had this trouble.
There is a place, I know;
It is possible to say everything;
I am pretty close, I can feel;
I can't tell.
YAŞAMAYA DAIR
1
Yasamak sakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yasayacaksin
bir sincap gibi mesela,
yani, yasamanin disinda ve ötesinde hiçbir sey beklemeden,
yani bütün isin gücün yasamak olacak.
Yasamayi ciddiye alacaksin,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kollarin bagli arkadan, sirtin duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleginle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmedigin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamisken,
hem de en güzel en gerçek seyin
yasamak oldugunu bildigin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksin ki yasamayi,
yetmisinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalir diye degil,
ölmekten korktugun halde ölüme inanmadigin için,
yasamak yani agir bastigindan.
1947
2
Diyelim ki, agir ameliyatlik hastayiz,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün degilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de gülecegiz anlatilan Bektasi fikrasina,
hava yagmurlu mu, diye bakacagiz pencereden,
yahut da sabirsizlikla bekleyecegiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüsülmeye deger bir seyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanip ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hinçla bilecegiz bunu,
fakat yine de çildirasiya merak edecegiz
belki yillarca sürecek olan savasin sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yasimiz da elliye yakin,
daha da on sekiz sene olsun açilmasina demir kapinin.
Yine de disariyla birlikte yasayacagiz,
insanlari, hayvanlari, kavgasi ve rüzgariyla
yani, duvarin ardindaki disariyla.
Yani, nasil ve nerede olursak olalim
hiç ölünmeyecekmis gibi yasanacak...
1948
3
Bu dünya soguyacak,
yildizlarin arasinda bir yildiz,
hem de en ufaciklarindan,
mavi kadifede bir yaldiz zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamiz.
Bu dünya soguyacak günün birinde,
hatta bir buz yigini
yahut ölü bir bulut gibi de degil,
bos bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlikta uçsuz bucaksiz.
Simdiden çekilecek acisi bunun,
duyulacak mahzunlugu simdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yasadim" diyebilmen için...
Nazim Hikmet
Subat 1948
ABOUT LIVING
I
Living is no laughing matter:
you must live with great seriousness
like a squirrel, for example-
I mean without looking for something beyond and above living,
I mean living must be your whole occupation.
Living is no laughing matter:
you must take it seriously,
so much so and to such a degree
that, for example, your hands tied behind your back,
your back to the wall,
or else in a laboratory
in your white coat and safety glasses,
you can die for people-
even for people whose faces you've never seen,
even though you know living
is the most real, the most beautiful thing.
I mean, you must take living so seriously
that even at seventy, for example, you'll plant olive trees-
and not for your children, either,
but because although you fear death you don't believe it,
because living, I mean, weighs heavier.
II
Let's say you're seriously ill, need surgery -
which is to say we might not get
from the white table.
Even though it's impossible not to feel sad
about going a little too soon,
we'll still laugh at the jokes being told,
we'll look out the window to see it's raining,
or still wait anxiously
for the latest newscast ...
Let's say we're at the front-
for something worth fighting for, say.
There, in the first offensive, on that very day,
we might fall on our face, dead.
We'll know this with a curious anger,
but we'll still worry ourselves to death
about the outcome of the war, which could last years.
Let's say we're in prison
and close to fifty,
and we have eighteen more years, say,
before the iron doors will open.
We'll still live with the outside,
with its people and animals, struggle and wind-
I mean with the outside beyond the walls.
I mean, however and wherever we are,
we must live as if we will never die.
III
This earth will grow cold,
a star among stars
and one of the smallest,
a gilded mote on blue velvet-
I mean this, our great earth.
This earth will grow cold one day,
not like a block of ice
or a dead cloud even
but like an empty walnut it will roll along
in pitch-black space ...
You must grieve for this right now
-you have to feel this sorrow now-
for the world must be loved this much
if you're going to say ``I lived'' ...
Nazim Hikmet
February, 1948
DAVET
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdenize bir kisrak basi gibi uzanan
Bu memleket bizim!
Bilekler kan içinde, disler kenetli
ayaklar çiplak
Ve ipek bir haliya benzeyen toprak
Bu cehennem, bu cennet bizim!
Kapansin el kapilari bir daha açilmasin
Yok edin insanin insana kullugunu
Bu davet bizim!
Yasamak bir agaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardesçesine
Bu hasret bizim!
Nazim Hikmet
-----------------------------------------------------------------
PLEA
This country shaped like the head of a mare
Coming aaaa gallop from far off Asia
To stretch into the Mediterranean
THIS COUNTRY IS OURS.
Bloody wrists, clenched teeth
bare feet,
Land like a precious silk carpet
THIS HELL, THIS PARADISE IS OURS.
Let the doors be shut that belong to others
Let them never open again
Do away with the enslaving of man by man
THIS PLEA IS OURS.
To live! Like a tree alone and free
Like a forest in brotherhood
THIS YEARNING IS OURS.
Nazim Hikmet
(1902-1963)
Galata Köprüsü
Dikilir köprü üzerine,
aaaifle seyrederim hepinizi.
Kiminiz kürek çeker, suya suya ;
Kiminiz midye çıkarır dubalardan;
Kiminiz dümen tutar mavnalarda;
Kiminiz cimacıdır halat basında;
Kiminiz kustur, uçar, şairane;
Kiminiz balıktır, pırıl pırıl;
Kiminiz vapur, kiminiz şamandıra;
Kiminiz bulut, havalarda;
Kiminiz çatanadır, kırdığı gibi bacayı,
Şıp diye geçer Köprünün altından;
Kiminiz düdüktür, öter;
Kiminiz dumandır, tüter;
Ama hepiniz, hepiniz...
Hepiniz geçim derdinde.
Bir ben miyim aaaif ehli içinizde?
Bakmayın, gün olur, ben de
Bir şiir söylerim belki sizlere dair;
Elime üç beş kuruş geçer;
Karnim doyar benim de.
Orhan Veli Kanık
THE GALATA BRIDGE
Hanging around on the Bridge,
Gleeaaaay I watch all of you...
Out there, some of you row backward
Or pick mussels off the buoys;
Some clutch the rudders of barges
Or catch the ropes on the dock,
And the birds in flight, like poems,
And the glittering fish;
Then the ferryboats and floats,
Clouds drifting in the air,
Tugboats with funnels lowered
Glide quickly under the Bridge;
Over there, the whistles blow,
I watch the smoke curl up and go.
But all of you, all of you...
Struggle to make ends meet.
Am I the only one who has fun?
Never mind, maybe some day
I'll write a poem about all of you,
Make a couple of bucks
And get something to eat.
NAZAR [YAHYA KEMAL BEYATLI]
Gece, Leylâ’yı ayın on dördü,
Koyda tenhâ yıkanırken gördü.
“Kız vücûdun ne güzel böyle açık!
Kız yakından göreyim sâhile çık!”
Baktı etrâfına ürkek, ürkek
Dedi: “Tenhâda bu ses nolsa gerek,”
“Kız vücûdun sarı güller gibi ter!”
Dedi: “Tenhâda bu ses nolsa gerek?”
Aranırken ayın ölgün sesini,
Soğuk ay öptü beyaz ensesini.
Sardı her uzvunu bir ince sızı;
Bu öpüş gül gibi soldurdu kızı.
Soldu, günden güne sessiz, soldu!
Dediler hep: “Kıza bir hâl oldu!”
Tâ içindendi gelen hıçkırığı,
Kalbinin vardı derin bir kırığı.
Yattı, bir ses duyuyormuş gibi lâl.
Yattı, aylarca devâm ett bu hâl.
Sindi sîmâsına akşam hüznü.
Böyle, yastıkda görenler yüzünü,
Avuturlarken uzun sözlerle,
O susup baktı derin gözlerle.
Evi rüzgâr gibi bir sır gezdi,
Herkes endîşeli bir şey sezdi.
Bir sabah söyledi son sözlerini,
Yumdu dünyâya elâ gözlerini;
Koptu evden acı bir vâveylâ,
Odalar inledi: “Leylâ! Leylâ!”
Geldi köy kızları, el bağladılar...
Diz çöküp ağladılar, ağladılar!
Nice günler bu şeâmetli ölüm,
Oldu çok kimseye bir gizli düğüm;
Nice günler bakarak dalgalara,
Dediler: “Uğradı Leylâ nazara!”
NAZAR [YAHYA KEMAL BEYATLI]
Night, then the month on four of Leyla,
When you saw the secluded coves washed.
"She explained that the body how nice!
Let me close out the beach girl! "
Etrâfına looked timid, shy
Said: "This sounds Tenhâda need nolsa,"
"Girls like sport yellow roses sweat!"
Said: "This sounds Tenhâda need nolsa?"
The month in December when the mature voice,
White neck kissed the cold months.
A thin wrapped each limb pain;
This has left such as kissing her roses.
Sol was a quiet day to day, was left!
They said always: "She was a Permanent!"
Ta was from inside the hiccups, the
There was the heart of a deep fracture.
Lay a sound as if it rose.
Lay, the Permanent ett continue for months.
Sin was sîmâsına evening sadness.
Such, those who see the face yastıkda,
They cheer with long words,
He looked deep eyes shut.
Toured the house a secret, such as wind,
Everyone was worried something appreciable.
Said one morning last words,
Died Dunyaya hazel eyes;
Broke a bitter vâveylâ from home,
Rooms groaned: "Leyla! Leyla! "
Came to her village, hand-tied ...
They kneel and cry, they cry!
Nice day this şeâmetli death,
Was a very secret one node;
Nice day looking waves,
Said: "Leyla was dropping into consideration!